Muhasebeden Mücadeleye
İnsanoğlunun kendi yapıp ettiklerini anlamlandırması kendini anlamlandırmasıyla atbaşı gider. Kendini anlamlandırmada meydana gelen boşluklar insanın yapıp ettikleri dolayısıyla dolmazlar. Çünkü yapılan şeyler yapanın niyetinden kopuk bir şekilde dış dünyaya çıkmazlar. Hariçteki hadisenin bağlı olduğu şeyin niyet olması, niyetin de bir fiilden çok kalbî eylem oluşu meselenin ortaya çıkan şeye (her ne ise) indirgenemeyeceğini gösterir. Iskalanmaması gereken hikmet olarak ise “amellerin neticelerine göre hükmolunacağı” bir yerde “amellerin niyetlere göre oluşu” bir yerdedir. Bu ikisi arasında insan kendini bilebilir, bilme imkanına erebilir. Kendini bilmek yolundaki kişi şuur seviyesini olması gereken yere raptederse itidali sağlar. İtidali sağlamak ise merkezi tutturmak demektir. Diğer yandan unutulmaması gereken şey başlı başına bir “iyi niyet”in herhangi bir meseleyi meşrulaştıramayacağıdır. Yoksa iş Bektâşi fıkrasına dönecektir.
Muhasebe
insanın kendisini tayin ettiği ufka yakınlığı – uzaklığı cihetinden hesaba
çekmesi, olması gerektiğine inandığı hale nispetle hangi halde bulunduğunu
ikrar etmesidir. İkrar olmaksızın bir hesaba çekiş söz konusu olmayacaktır.
Kendisine dahî içinde bulunduğu hâli izah edemeyenin muhasebeden söz etmesi
abes kaçacaktır. Bununla beraber hesaba çekilirken kişinin “ne”ye göre kendini
konumlandıracağı, “ne”yi yapıp da “ne”yi yapmadığı hususu işin önemli bir diğer
boyutudur. Bu “ne”lerin içine insan olmanın şerefi ve haysiyetine yaraşır
hikmet manzumeleri gireceği gibi dünyevî arzularla bezeli gayeler de girebilir.
Evvel emirde insanın tekamülü için muhasebe elzem ise de kemâl olarak hangi
noktayı belirlediği daha da önemlidir. Yukarıda geçen hikmete mutabık olarak
söyleyecek olursak “netice”si hayr olmayan şeye giden yolda yapılan muhasebe
insanı saadet yerine felakete düçar kılacaktır. Modernliğin insana hediye(!)
ettiği şeylerden biri de muhasebeden âri bir hayat yaşamaktır. Carpe Diem yâni
ânı yaşamak ânları insan oluşun derece derece alçaldığı bir yerlere hapsetmeğe
gayret etmektir. Buna mukabil tasavvufdaki dem bu demdir anlayışı geçmişin
geçmiş olması dolayısıyla yokluğa gömülmesi, geleceğin ise henüz gelmediği için
“yok” olduğunu idrak ile ânda Allah’a ulaşma arzusuyla bezenmektir. Dem bu
demdir demek muhasebeyi ciddiye almak demektir. Carpe Diem ise hesap ve kitabın
ötelenmesi, insanın ufkunun daraltılması manasına gelir.
Ebu Hanîfe
hazretleri fıkhı “mârifetu’n nefsi ma leha ve mâ aleyha” yani kişinin lehindeki
ve aleyhindeki şeyleri bilmesi olarak tarif etmişlerdir. Fıkıh kelime anlamı
itibariyle ince anlayış demektir. Diğer yandan Ebu Hanife hazretlerinin akaide
dair muhalled eserinin ismi “fıkh-ı ekber”dir. Yâni fıkhın ekber olanı, ehem
olanı akaide dair olanıdır. İnsanın anlayışının incelmesi onu bu dünyayı ve öte
dünyayı anlamlandırmada akidenin önüne getirmeli, akidesiyle düğüm attığı
(akide ile ukde aynı köktendir ve “bağlamak, düğüm atmak” manalarına gelir)
tasavvuruyla lehinde ve aleyhindeki şeylerin kapsamını genişleterek devam
etmelidir. İçinde yaşadığımız dünya itibariyle modernliği de post modernliği
de, kapitalizmi de, sosyalizmi vesairlerini de bilmek aleyhimizdeki şeyleri
bilmeğe tekabül etmektedir. Lehimizdeki şeyleri bilmek için ise ayet ve
hadisleri süzecek bir anlayışa (hadi dilimizin altındaki baklayı çıkaralım) İslam’a
muhatap anlayışa ermek ve bu anlayış üzerinden evvela kendi muhasebemizi, peşi
sıra haricimizdeki her şeyi, yani makro manada bütün bir dünyayı anlamlandırmak
gerekir. Demek ki bugün insan fertleri olarak lehimizdeki ve aleyhimizdeki
şeyleri bilmenin ucu bir yanıyla kendimizden başlayarak içimize doğru bir
yolculuğu gerektiriyorsa, diğer yandan yanı başımızdan, mahallemizden
başlayarak halka halka dışarıya açılmayı da gerektiriyor. Bu hususun
eksikliğini kabul ettiğimiz takdirde, eksik olan şeyin teminine koyulmak, temin
edilen şeyle de mücehhez olmak gerekiyor.
Arananın ne
olduğu bilinmeden bulunanın da ne olduğu bilinemeyeceği, dolayısıyla bir buluş
hadisesinden söz edilemeyeceği fehvasınca aradığımız şeyin farkında olmak
hususu her şeyin ve herkesin bu kadar bulanıklaştığı bir dünyada bize
billurlaşmış bir anlayışın yolunu açacaktır. "Yolunu açacaktır" dedik
çünki aranan şeyin ne olduğunu bilmek bütün bir yolculuğun baştan kotarılmasını
gerektirmediği gibi her ân yeniden ve yeni bir dem ile yolda olmaksızın da
derinliğine bir arayışdan bahsedilemiyecektir.
Muhasebe
yolundan geçmeyenin mücadele yoluna girmesi ferdin uğrunda mücadele ettiği
şeylerin her an yok olmaya müsait bir şekle bürünmesiyle sonuçlanır. Zira kendi
içinde hesaplaşmasını yapamayanın dışarıda karşılacaşağı hesaplaşmalarda
"kendi" liğini yeter derecede aksettirmesi hayli zordur. İşin dikkat
edilirse dönüp dolaşıp geldiği yer "kendi" liğini bilmektir. Kendini
bilen rabbini bilir hikmeti, içerisinde kendini bilmekliğin muhakkak bir
muhasebe devresinden geçerek vukuu bulduğunu ihsas eder. "Men arafe
nefsehu fekad arafe rabbehu" hikmetinin kelime kelime tercümesi
"nefsini bilen rabbini bilir"dir. Kişinin nefsi kendi manasına
alınabilir. Diğer yandan insanın ruh ve nefs ikiliğinden müteşekkil olduğu
düşüncesi de hayli yaygın bir düşüncedir. Bu anlayışla bu hikmeti
(mutasavvıflarca hadis-i şerifi) yorumlayacak olursak kişinin nefs bilgisi
kendini tuzağa, ruhuna vasıl olmaya engel olucu bir tavıra düşmekten alıkoyar.
Bir şeyi bilmenin hakikati o şeyin bilgisiyle amel etmektir. Nefs bilgisinin
hakikatiyle amel etmek ferdi nefsi tezkiyeye dolayısıyla ruh yoluna götürür.
Kişi nefsini bildiği için aslolanın ruh olduğunu idrak eder, ruh Rabbinin
emrindedir ve ona mutlak itaate meyillidir. Bu bilgiyle Rabb bilinir, bilmenin
asıl manasıyla da "marifetullah"ın hakikati yerine getirilir.
İçinde
yaşadığımız dünya bizi muhasebe tavrından alıkoyacak köşe taşları ile dolu.
İşin can sıkıcı bir diğer yüzü ise bu köşe taşları hayatımıza hâkim vaziyette. Başa
alınması gereken dava muhasebe şuuruna ermek. Muhasebe şuurudur ki bizi neyin
leh neyin aleyhte olduğu fıkhına ulaştıracak, köşe taşları kırılacak,
hayatımıza hâkim olan renk nefsin değil ruhun rengi olacak. Yazıyı İslam'a
muhatap anlayış davasının üstadı, Üstad Necip Fazıl'ın "Muhasebe"
şiirinden şu mısralarla bitirmek meramımızı fazlasıyla anlatacaktır:
"Evet,
kafam çatlıyor, güya ulvi hastalık;
Bendedir,
duymadığı dertlerle kalabalık.
Büyük
meydana düştüm, uçtu fildişi kulem;
Milyonlarca
ayağın altında kaldı kellem."
FATİH TEKİN
Yorumlar
Yorum Gönder