Anlamın Tamamen Kaybı: "Gönlün Kapanışı"
İnsan fertleri olarak etrafımızda cereyan eden hadiselerin bizde uyandırdığı tedailerin sürüklediği yerin ruhumuza iyi gelmek şöyle dursun bizi daha da perişan kıldığını müşahade etmeyenimiz yoktur. Ne var ki müşahadelerimizin anlam kazanması bu olaylara biçtiğimiz kıymetin “ne”liği ve “nereden” geldiği ile alakalıdır. Küllî yâni bütüncül bir anlam kaybına uğradığımız dünya hayatında bu hayatın içerisinde karşımıza çıkan cüzî olayların karşısında şaşkınlığımızın gün geçtikçe artması bizi selamete değil felakete duçar kılmaktadır. Şaşkınlık bir olay karşısında ne yapacağını bilemeyişin getirdiği bocalamadır. Buna karşılık hayret ise İslam tefekkürünün terviç ettiği (revaçta olmasını teşvik ettiği) bir makamdır. Bu makamda şahidi olunan olayların insan ferdini taşıdığı yer kendini daha çok “bilmek" ve bu “bilişi” de derinleştirme yoluna giderek gönlümüzü mutmain kılmakla alakalıdır. Bu anlamda bilmekten murat “kendini bilen Rabbini bilir” hikmetidir. Yâni malumat açısından bir “biliş”, niceliğe yönelik bir artışdan çok marifetullah’a çıkacak olan “ben bilgisi”dir söz konusu olan. Diğer yanıyla burdaki “biliş” Batı’daki anlamıyla “rasyonel” bir bilme değildir. Batı’da bilgi “rasyonalite”ye öylesine raptedilmiştir ki esas zemin olarak “rasyonel akıl” addedilmiş, ötesine geçmek asırlarca (ve hâlâ) söz konusu dahî edilmemiştir. Batı’nın tüm meselelerini “rasyonel bir akılla” halletme gayretinin onu “ne”yden mahrum kıldığını veciz bir şekilde Yalçın Koç hoca şöyle ifade etmiştir:
“Grek-Latin Kilise diyarında “gönül”, esası “kapalılık”
olan bir yasağa tabi kılınmıştır; bu diyarın bireyleri, bu diyarda böyle bir
yasak olduğunun farkına varamaz. Bu diyarın edebiyatında, estetiğinde,
fikriyatında “gönül”den sözedilmez. Bu diyarın dillerinde “gönül”e karşılık
gelen bir sözcük bulunmaz. Bu diyarda geliştirilen “Psikoloji” fikriyatında
dahi “gönül”den bahis edilmez. [...] Anadolu mayası itibariyle “rasyonalite”,
“insan kimliği”ne “ait”tir; ancak, “rasyonalite”, “insan’ın kimliği”, “insanın
esası” değildir. [...] “rasyonel yeti”, “kendi esası”nı, “kendini taşıyan”ı
“bulamaz”. ”[1]
Yalçın Koç yukarıdaki
satırların da iktibas edildiği ehemmiyetli eseri “Anadolu Mayası”nda mezkur
kapalılığın gizlilikle karıştırılmaması gerektiğini, gizli olanın aranarak
bulunabileceğini, kapalı olanın ise çıplak gözle görülemeyeceğini özellikle
belirtir (Bu hususta Kızılötesi ışıklar örnek verilir). İbda fikriyatında da dile getirilen “arananın ne olduğu bilinemezse
bulunanın da ne olduğu bilinemez” hikmeti üzerinden de anlayacağımız üzere Batı’nın neyi aradığını /
araması gerektiğini bilememesi onun bulduğu şeylerin ne olduğuna dair
(hakikaten ne olduklarına dair) sahih bir kanaate ulaşmasını imkansız kılar.
Batı’nın mahrum olduğu şey onun coğrafi keşifleri(!), teknolojik cihazları,
ekonomik alandaki ilerlemeleri sonucunda “bulunacak” bir şey değildir. Çünkü Batı’nın
zannettiği ve bu zannıyla dünyayı yaşanamaz kıldığı arayışı ileriye doğru
gidilerek, rasyonel akıl yoluyla keşfedilerek açığa çıkmaz. Gönlün yolu aklın
yolundan farklıdır. Belki gönle giden yol akıldan geçer ancak akıl yolunu
merkez bellemişler gönül yoluna giremezler. Koç’un ifadelerinde dile getirdiği
“rasyonalite”nin Anadolu Mayası’nda insan kimliğine ait oluşu ancak “insanın
kimliği” olmadığı hususu aklın insan için bir cevher değil araz, yani özellik olduğunu
anlatır. Anadoluda “akıllı” yakıştırması rasyonel melekelerini son haddine
kadar kullananlara değil “aklı başında” olan insanlara yapılır. İnsanın aklının
başında olması aklını olması gereken yerinde tuttuğunu ve gönlünün
yerine ikame etmediğini gösterir. Hadiseler karşısındaki tavırlarımızdan
hikmete kalbolan hayretin değil başıboşluğa çıkan şaşkınlığın tütmesinin nedeni
gönlümüzün yolunu yitirişimizdendir. Deri üstüne sızdığı haliyle Tanzimat, daha
küllî bakarsak son dört asırlık devrede neyi yitirdiğimize dair hassalarımızın
da felç olması, Batı’nın gittiği yolun evvela “doğru” peşi sıra da “takip
edilmeye layık” olarak işaretlenmesi dolayısıyla
kaybımız ağırlaşmış, bugün ise gönlün yolu bize neredeyse “kapanmış”tır.
Başımıza gelenler
dolayısıyla aklımız hayli karışık vaziyettedir. Bir tarafta gözlerimizi boyayan
bir hayat vardır. Bu hayat “göz”üktüğü haliyle yaşanmaya layıktır. Şayet
hayatımızın merkezini “göz”ümüz üzerinden kurmuş, gözümüzün kıymet ölçülerini
maddeye inhisar ettirmiş, öte dünyayı bir kenara itmeyi marifet saymış,
Allah’tan ittika edenleri “enayi” diye yaftalamışsak durum böyledir. Ancak
unutmamak gerekir, Allah hesabı “göz”lerin yerinden fırlayacağı günde görecek,
bu dünyadaki şaşkınlıklarımız öte dünyadaki şaşkınlığımız karşısında pek hafif
kalacaktır. Başımıza gelenleri anlamak yoluna girmediğimiz ve gönlün yolunu
aramadığımız müddetçe vadilerde dolaşmaya da şaşkınlığımızı artırmaya da devam
etmek işten bile değildir. Ümidimiz genç neslin kendinden önceki nesillerin cemiyetçe yapamadığını yapmak için varını yoğunu ortaya koyması, gönlün yolunu bize
yeniden “hatırlatma”sıdır. Şairin de dediği gibi, neyi kaybettiğimizi
hatırladığımızda kalbimize dönüş yolumuzu da hatırlayacağızdır.
FATİH TEKİN
[1] Yalçın
Koç, Anadolu Mayası, Türk Kimliği Üzerine Bir İnceleme, Cedit Neşriyat,
Dördüncü Baskı, Aralık 2014, Ankara, s.30
Yorumlar
Yorum Gönder