Makaleler II: Modern Devlet Krizi: Müminlikten Vatandaş Kimliğine
Her dünya görüşü kendine has şartlarda ve vasatta doğar; eşya ve hadise karşısında tez ortaya koyduğu nispette insan ve toplum meselelerine çare olmaya namzet olur. Teşekkülünü tamamladığı iddiasında olması için kendince dört başı mâmur bir dünya görüşünü ekonomiden eğitime değin ortaya koyması ve idealize etmesi, temsiliyle var olması gerekir. Aydınlanma (İng. enlightenment) ile beraber Batı’da insanın akıl yordamıyla dünyayı inşa edebileceği ve Tanrı ile ilişkisinde Tanrı’nın mücessem temsilcisi kilise gibi vasıtaları aradan çıkararak Tanrı ile irtibata geçebileceği düşüncesi hâkim olmuştur. Tanrı’ya dair konuşmak artık herhangi bir bağla mukayyet olmayı gerektirmediği için bu Tanrı her şeye ‘alet’ edilebilir konuma gelmiştir. Aydınlanma’nın nihâi hükmüne göre kilise karanlığı temsil ediyor, bilim ve aklın karşısında konumlandırılıyor, akıl sayesinde bu karanlığın aydınlığa kalbedileceği inancı en başta filozoflar eliyle dile getiriliyor sonra ise hâkim anlayış olarak insanlar nezdinde meşrulaşıyordu. Bu olaylar nihayetinde ise hemen tüm mevzulara sarkarken insan için kurtarıcı rolün merkezinde aydınlanmış aklın olmasını meşru kılıyordu. Sanayi Devrimi'nden, Fransız İhtilali'ne değin insanlığı ilgilendiren ve modern dünyayı şekillendiren hâdiseler sonucu dünyanın gidişatı ideolojilerin merkezleşmesi rayına oturdu. Modern dünya gittikçe imparatorluklardan ulus-devletlere geçiş sürecini zaruri kılarak kendi teşekkülünü tamamlama yoluna girmiş bulunuyordu. Sözgelimi "cemaat" kavramının yerine "toplum", "inanan" (mümin) kavramı yerine "birey" çoktan kaim olmuştu. Toplumların faaliyetlerinin anlamlandırılması işi artık bu dünyada sosyoloji eliyle oluyor ve devlet aygıtının inşası için tarih yazımında farklı bir mecraya adım atılmış oluyordu. Bugünü meşru kılmak için geçmişin dizayn edilebileceği fikri ise hemen herkesçe meşru addediliyordu. Batı’da Antik-Helen dönemine dönülerek kökler oradan seçiliyor ve nasıl Hristiyanlık âkim bırakılıyorsa Müslümanlarla olan irtibatların yemişlerinin de üzeri makyajlanıyor ve seküler bir dünyaya geçiş sağlanmış oluyordu.
Aydınlanma
filozoflarının işi, Aquinas'ın izinde Hıristiyanlığa modern bilime mutabık
olacak bir hikmet anlayışını dahletmek idi. Ancak Hobbes ile başlayan
metafizikten kopuş sürecinde David Hume, Hıristiyanlığa hikmet aşısı
yapabilecek teoloji ile felsefe arasındaki işbirliğinin son zeminini de yok
ederken, sekülerleşen hikmet arayışı ise Hegel ile dönüm noktasına ulaştı.[1] Hikmet
arayışının dinden âri bir mevziye oturtulması, şerri hikmet kılığına sokmanın
mukaddimesi manasındaydı.
Gelişen olaylar muvacahesinde Ulus devletinin
teşekkül etmesinde “her ulusa bir devlet” anlayışıyla hareket edilirken
Hristiyanlığın da çözülmesiyle beraber artık üst kimlik olarak sebep asabiyeti
yerini mecburen nesep asabiyetine[2] , ırkî
bağlama çekmiş ve vatandaş kimliğinin oluşması için gereken vasat
hazırlanmıştı.
Wael Hallaq’ın da değindiği üzere aydınlanma,
erken dönemlerinde İslami bilimlere epeyce borçlu olmakla beraber, Avrupalı
kökeniyle sadece modern devletin üretilmesine kaynaklık etmedi, en az bunun
kadar önemli başka bir şeyi yaptı; bu yeni politik ve politik-kültürel sistem
biçimi için gerekli ideolojik meşruiyeti de sağladı.[3] Bu
meşruiyetin temini yapılacak hamleleri masum kılıyor ve bir yandan da “hür
düşünce” ışığında inşa edilecek modern devletin temellerini muhkemleştiriyordu.
Mustafa Özel’in deyişiyle bir yandan da “Kapitalizmin ihtiyacı olan ulus-
devletin 'bilincinin' oluşabilmesi için, en gerekli şart ortak hafıza kaybı
merkezileştiriliyordu. Yani bir ulusun oluşabilmesi için, onu oluşturan küçük
sosyal birimler özellikle yakın tarihlerine sünger çekmeli; mitlerini,
inançlarını, kahramanlarını yeni
baştan (ve daha büyük bir ölçekte) ‘üretmeliydiler.” [4] Aydınlanmanın
gelişiyle beraber ve teşekkülünü git-gide
muhkemleştirmesine binaen bu dünya görüşünün bugün de tesiri altında olduğumuz
vasat da dâhil olmak üzere kitlelerin hayatlarını doğrudan etkilediğini
söylemek abartı olmaz. Din hegemonyasından kurtuluşun peşi sıra eşyanın boşluk
kabul etmediği hakikatine binaen insanlara gömlek biçiliyor ve ulus devletle
beraber vatandaş rolü aşama aşama ikame ediliyordu. Bu topraklarda vatandaş
rolünün ikamesinin başlangıcı olarak ise Tanzimat Fermanıyla beraber ‘gavura gavur denmeyecek’ mottosunda
kendini bulan, mümin statüsünün kenara itilmesi ve herkesin eşit(!) konuma
indirgenmesi hadisesi zikredilebilir.
Vatandaş Kimliğinin İkame Edilmesi
Her dünya görüşünün oluşturduğu vasat ve
sonuçları olduğu gibi son peygamber olarak gönderilen ve ilâhi kaynaklı olarak
hayata dair tüm meselelere bir çözümü, kendisinden güç devşirilerek ilacı olan
İslâm’ın da toplumun katmanlarını oluşturma mevzuunda kendine has şartları ve sonuçları vardır. Hazreti
Peygamber (aleyhisselam) ile birlikte madde merkezli kıymet biçme ameliyesinin
baltalanması, insanoğlunun kıymetinin kendi yaratıcısını tanıdığı nispette
(marifet) artması ve değer biçilmesi İslâm anlayışında merkezde durur. Son
Peygamber ahlakı tamamlamak üzere gönderilmiştir ve İslâm anlayışında isterse
seküler ve bölümlenmiş zihinle tesmiye edilsin “dünyevi” hiçbir iş ahlaktan âri
değildir. Yapılan her işin bağlı olduğu merkezi yer niyettir. Ve Peygamber Efendimiz'in
ifadesiyle, vücutta bir et parçası vardır ki onun fesadıyla insan fesada uğrar,
salahıyla ise salaha vasıl olur.
İslâm’da iman eden insana “mümin” statüsü
verilir ve bu statü ile beraber ahirette göreceği karşılığın yanı sıra dünya
hayatında da Müslümanların inşa ettiği bir düzende imtiyazlı olur. Ancak bu
imtiyaz çok sıkı ahlaki kurallarla mukayyettir. Hazreti Peygamber tarafından
ortaya konulan ve temsil edilen ahlak kurallarına bağlılık derecesinde müttaki
olunur. Diğer yandan dünyevi yemişler bakımından küfrünü gizleyen ve
ibadetlerini şeklen yerine getiren münafık ile müttaki arasında imtiyaz farkı
pek yoktur. Burada imtiyaz asıl yere (ahirete) ertelenmiştir ki müttaki de
bunun tefrikindedir. İslâm cemiyetinde bir de zimmî statüsü vardır ki bu terim
İslâm ülkelerinde yaşayan gayri müslim tebaa için kullanılan bir terimdir. [5]
Zimmi statüsünde canı ve malının korunması temini ile adeta gayr-i müslime
rahmet kanatları altına alındığının ilanı yatar. Allah’a ve Rasûlüne inanmak
dolayısıyla üstün olunduğunun tefrikiyle beraber zimminin emanı mümine
raptolmuştur. Ahlaki kurallarda burada da herhangi bir gevşeklik söz konusu
değildir. Öyle ki kasten öldürülen bir zimmiye karşılık Allah Rasûlü
aleyhisselamın emriyle mümine kısas dahi uygulanır.
Modern
devletin var olmasıyla beraber oluşturulan vatandaş kimliğine gelince ise
vatandaş kimliği herhangi ahlaki bir kayıtla mukayyet olmadığı gibi bu hususta
merkeze alınan şey devletin menfaatinden başka bir şey değildir. Devlet adeta
bir Tanrı gibi bireyin başında buyurgan ve egemen bir tavırla durur ve kendi
vatandaşını var kılar. Vatandaş olmak menfaat merkezli bir statüde her an
harcanabilir olmaktır ki devlet dilediği zaman herhangi vatandaşını herhangi
bir sebeple ortadan kaldırabilir. Ki modern devletin tanımı yapılırken ‘meşru şiddete muktedir’
kaydı da düşünürler tarafından tanımda zikredilmiştir.
Modern devletin vatandaşları olmadan
yaşayabileceğini ve üretilebileceğini söylemek bedenin kan dolaşımı olmadan
yaşayabileceğini söylemeye benzeyecektir. Bu hususdaki merkezi nokta, bireyler
için devletin içinde ve devletin olmak -ki vatandaş neredeyse tamamen
böyledir-, devletin çeşitli temel özelliklerini-mikro, sosyo-psikolojik yani
insanın ancak devlet yoluyla var olabileceği inancının kendisinde yer ettiği
bir seviyede yansıtan toptancı bir tabiiyeti, devlete kökten bağlılığı
gerektirir. Bu, insan öznesi içinde devlet gibi bir özelliğin tanımlanmasının
nispeten yeni bir şey olduğu anlamına gelir. Biricik homo modernus'un yaratımı
anlamına gelir. [6]
Vatandaşın dayandığı merkezi yerin (devlet)
neden ahlaka içkin olmadığını Hallaq şöyle açıklıyor: “Eğer devlet sadece 'olguları' ve geniş anlamda değerden ve ahlaki dürtüden yoksun bir
dünya tarafından tanzim edilmiş Olan'ı tanırsa ve eğer devlet yasa yoluyla
vatandaşlarının hayatları ve savaşma enerjilerinden ve bu değersiz dünyadaki
kavgalarından yararlanırsa, o hâlde bu, vatandaşın kendini hiçbir değer, ahlaki
zorunluluk ve kendinden öte iyi bir şey bilmeyen bir devletin hatırına feda
edeceği anlamına gelmez mi? Bu, çağdaş Müslümanların, doğrudan ve yumuşatmadan
yüzleşmesi gereken bir sorudur, her ne kadar Müslümanlar bu soruyla tek
başlarına muhatap değillerse de.”[7]
Hegel’in “devlet dünya üzerinde var olan İlâhî ideadır” sözü, modern devletin
eşyanın merkezine ve mütehakkimi konumuna gelmesinde kimlerin payının olduğunu
göstermesi açısından pek mânidardır.
Son Söz
İslâm’ın sebep asabiyetine binaen inşa ettiği
ve herhangi etnik bir kaygıyla var kılmadığı mümin-zimmî-ehl-i harp tefrikinin
“insanlık dışı” , “özgürlüğü baltalayıcı” olduğunu iddia edip herhangi ahlaki
bir bağla mukayyet olmayan vatandaş statüsünü sorgusuz-sualsiz kabul etmek tam
da Aydınlanmacı aklın inşa ettiği insan merkezli menfaatperest anlayışın
tezahürüdür. Her şeyin ölçüsünün insan olduğu ve bu insanın da nefsini
tatminden başka gayesinin olmadığı modern dünyada sorgulanması gereken ilk şey
modern devletin ta kendisidir. Vatandaş kimliğinin en çok nakzettiği kimlik,
ümmet şuuruna dayanan mümin kimliği iken, bugün Müslümanların çözümlerini
devlet kurup bu devletlerin bir araya gelmesinde aramaları ve İslâm âlemindeki
zulümlerin böyle sona ereceğini düşünmesi meselenin tefrikinden ne kadar uzak
olunduğunun göstergesidir. Balkanlar’da Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesiyle
beraber küçük ulus devletçiklerin ortaya çıkmasıyla vatandaş-mümin kimliği
arasında sıkışan Müslümanlar ellerinden geldikçe arka planda (yapılan o kadar
baskı ve zulme rağmen) din merkezli dünya görüşünden damlamış ümmet şuurunu
diri tutmaya çalışmışlardır. Türkiye’de ise bugün İslâm adına hareket ettiğini
iddia edenlerin birçoğu bir yandan modern devlet yapısını ve onun şubelerini
(bilinçli ya da bilinçsiz) ayakta tutmak için cehdederken bir yandan da tamamen
Aydınlanmacı akla dayanan modern devletin vatandaş statüsünü beslemektedir.
Müslümanların kendilerine geleceği vasatta her fırsatta “kutuplaşmayın” çağrısı
yapan ve İslam adına konuşanların vatandaş statüsünün ne manaya geldiğinden
haberdar olmadıkları bir gerçektir. Bize düşen Müslüman olarak bizi Müslüman
kılan şartlar içinde mümin olmaklığın ne manaya geldiğini yeterince idrak etmek
ve hayatımızı böyle yaşamak, çalışmalarımızı yaparken modern dünyanın
statülerini reddederek var olmak; salah olmadan ıslah olmayacağının şuurunda
olarak ferdi olarak da çalışmak ve hakiki ümmet olmaklık şuurunu yakalamak için
cehdetmektir. Çalışma bizden ve Tevfik Cenab-ı Haktandır.
Fatih Tekin
[1] Bedri Gencer İslamda Modernleşme, Doğu
Batı Yayınları, 4. Baskı, 2017, İstanbul, s.261
[2] Tafsilat için bknz: a.g.e. s.141 ve
devamı
[3] Wael Hallaq, imkansız devlet, çev. Aziz
Hikmet, Babil Kitap, 3.baskı, 2020, İstanbul, s.58
[4] Mustafa Özel, Roman Diliyle Siyaset, Küre
Yayınları, Dördüncü Basım, Kasım 2018, İstanbul, s.43
[5] Bknz: Dia, Zimmi maddesi
[6] Wael Hallaq, İmkansız Devlet s.182
[7] A.g.e. s.171
Yorumlar
Yorum Gönder