MUTLU HATIRA


Mutlu olmaktan delicesine korkuyordu. Aklını yitirmemişti. Sadece kaybetme korkusu vardı; aklını değil, mutluluğu.
Korkusunun kaynağı basitti; ne zaman eline bir şey geçse ondan kopması çok uzun sürmüyordu. Kara büyü mü vardı üzerinde, nazara mı geliyordu, kaderin garip cilvesi miydi, derviş olacaktı da haberi mi yoktu, belki de sadece beceriksizlik vardı üzerinde. Kısacası bunun sebebi bir de olabilirdi beş de. Üzülüyordu çünkü bilmiyordu. Sebebini öğrenince üzüntüsü geçer diye bir ümit taşıyordu bağrında. Halbuki öğrendiği sebebi ortadan kaldırmadıkça mutluluk hissini kaybetmeye devam edebilirdi. Buna ayrı üzülüyordu çünkü bu sefer biliyordu.


- Neden burada olduğumuzu biliyorum Mine Hanım. Beni konuşmaya davet etmekle pek kimsenin yapmayacağı işi yaptınız, teşekkür ederim. Kendimi biraz mahcup hissediyorum ama şunu diyebilirim ki mutlu ettiniz beni.


Bir defa hayır demişti Mesut’a. Birdi ve sondu. Onun bu taraklarda bezi yoktu. Bu zamana kadar reddettiği diğer birkaç tekliften de farkı yoktu. Gelgelelim iş beklediği gibi cereyan etmedi.

 
Önce bir iç gıdıklanması. Sonra gün içinde hatıra gelen sözler. O kibar konuşma teklifi. Olabilir mi, sorusu.
Mahalleye git gellerinde Mesut’un masum bakışlarına rastlamaları devam edince ne olduysa olmuş ve bir cesaret nev’inden davranıp neyse derdin gel görüşelim demiş ve hem kendini hem çocuğu şaşırtmıştı. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın. Fena çocuk değildi hem. Ayrıca zamanı gelmiş veya gelmemiş olsun. Bilmiyordu, bilemezdi. Onu endişeye gark eden bu değil mutluluk kaybıydı.

 
Fakat işte…


Hatırlıyordu. İlkokul birde, sınıfında herkesten önce okumayı söktüğü zaman epeydir hayalini kurduğu perili suluğu annesi ona almış, ertesi gün sevincinden ne yapacağını bilemez halde büyük bir gururla sınıfına doğru yürümüş, kapıdan içeriye adım atmak üzereyken arkasından hızla gelen bir arkadaşı ona çarpmış, boynunda asılı duran perili suluk kapının pervazına vurmuş, dört parçası yerde bir parçası boynundaki ipte olacak şekilde suluk beş parçaya ayrılmış, içinde bulunan çok sevdiği şeftali suyu başta eteği, çorapları ve ayakkabıları olmak üzere tüm zemini ıslatmış, o ana dek gürültüden yıkılan sınıfa ölüm sessizliği çökmüş, çok geçmeden otuz beş kişi tek bir ağızdan kahkahayı basıvermiş, kendisiyse akıp giden şeftali suyunun izini takip ederken gözlerine gelen yaşları durdurmak adına kendini kasmıştı.


Hatırasında tazeliğini koruyan bu ilk kayıp mutluluğun izlerine temas ederken Mesut devam etti;
- Lafı gevelemeye lüzum yok. Uzun denebilecek bir zamandır size muhabbet duyuyorum. Fark etmişsinizdir. Görmüşsünüzdür halimi, melalimi.


Bir cesarettir geldi ve Mine mukabelede bulundu;


- Görmemek mümkün değildi.

- O yüzden mi geldiniz?

- Hayır. Hissettiğimden geldim.

- Siz de benim gibi mi hissediyorsunuz?

- Siz ne hissediyorsunuz ki?


Sessizlik çöktü. Biraz üsteledi sanki. Daha doğrusu köşeye sıkıştırır gibi oldu çocuğu. Mesut’un bu soruyu beklemediğini yüzünün girdiği şekilden anlamıştı. Hakikatte, sorduğu soruyu Mine’nin kendisi de beklemiyordu zaten. O da garipsedi bir an için. Fakat her şey ortada değil miydi? Aşikar ki Mesut ona aşık. Ayan olanı beyan etmek insana neden zor gelir?
Bunu düşünüyordu ama aması olduğunu da biliyordu. İşte o ama tek başına yüzünün ateş hücumuna maruz kalmasına neden oluyordu. Çünkü bilmek başka duymak başkadır.
Mesut ona değil, yere doğru bakıyordu. Mine de bakışlarını yere uzattı. Gözleri, parke taşlarının ortasından neşet eden adı bilinmeyen yeşil ota temas etti. Ondaki güç ve yaşama tutunma hevesinden pay almak istiyordu sanki. Acı bir tebessümle, insanoğlu kimi anlar ot kadar dirayetli değil, hatta belki koca bir ömür, diye düşündü. Yaratan izin vermedikçe…
Bu dalgınlık havası Mesut’un iç çekişiyle dağıldı. Sırasıyla önce başını kaldırdı, yüzüne baktı. O anda Mine’nin adrenalini yükseldi ama Mesut’u izlemeye devam ediyordu. Neden sonra sağına çevirdi bakışlarını, gözlerine güneş ışıkları çarpınca hafifçe kısıldılar ve tekrar kendisine döndü. Bir derin nefes daha aldı. Artık gözlerinin içindeydi gözleri. İşte beklenen geliyordu. Ateş sadece yüzünde değildi artık. Çünkü bizzat volkanın içine düşmüştü Mine.


- Ben sizi seviyorum Mine Hanım. Eğer uygun görürseniz ciddi bir yola çıkmak isterim sizinle.


Zihnine hatıra yağmuru akın etti.
Hatırlıyordu. On üçüncü doğum gününde komşuları Hayriye Teyze hem ona hem abisine akvaryum balığı almıştı. Turuncu olanı kendine seçip diğerini abisine itelemişti. Gel gör ki ikinci günün sabahında turuncu balık suyun içinde değil de yüzeyinde kıpırtısız duruyordu.
Hatırlıyordu. Ailecek araçla giderken Manisa otoyolunda sağ arka lastiğin patlaması sebebiyle başka bir araca çarpmışlardı. Bir ömür gibi geçen on saniyelik olay sonucunda babası başını cama çarpmış, annesininse bir bacağı sıkışmış, kendininse burnu kanamıştı. Abisinin yemin töreninde olması gerekirlerken günü hastanede geçirmişlerdi.
Hatırlıyordu. Mezuniyet sonrası yaklaşık on sekiz ay iş araması sonucunda girdiği özel şirketteki müdür yardımcısı ona sarkıntılık edince gerisin geri oradan ayrılmak zorunda kalmıştı. Eve erken dönmesine şaşıran annesinin sorgulayan gözleri eşliğinde kendini onun kollarına bırakmıştı.


Hatırlıyordu…


Sanki tümü dün cereyan etmişçesine net bir şekilde hatırlıyordu hepsini. Belki de dündü. Neticede geçen günlerin hepsi birer dündü. Geçen her bir gün geçmişte kaldığı için farklı zamanlarda değil, aynı zaman içereydi. Aynı durum gelecek için de geçerliydi. Bir gün yaşanacaksa gelecek olduğu için yaşanacaktı. Dolayısıyla yarın, ertesi gün, üç hafta akabinde, iki güz sonra ve saire aslında birdi çünkü hepsi gelecek dediğimiz zamandaydı. Peki ya olayların vuku bulduğu zaman; şimdi neydi? Kendince bunu da düşünmüştü. Şimdi denilen zaman, aslında geçmişle geleceğin bir araya geldiği noktaydı. Evet, şimdi bir noktaydı. Ne geçmiş ne de gelecek gibi olayların toplamından, yani sürelerin bir araya gelişinden oluşmuyordu. O, sürenin olmadığı bir noktaydı. Ölçülemezdi. İki şimdi sonrası denemezdi mesela, yahut üç şimdi öncesi diye kimseye açıklama yapılamazdı. Basitçe açıklamasını da yapıyordu kendisine; portakal soyarken soyulan kabuklar geçmişe, ayrılacak olan dilimleri geleceğe aitti. Şimdi, aynı anda bir haliyle geçmişe dönüşürken diğer haliyle geleceğe evriliyordu. Şimdi, başladığı noktada bitiyordu. Şimdi, vardı ama yoktu. Var oldu ve yok olacaktı. Masalların bir varmış bir yokmuş sözüydü. Geleceğin geçmişe dönüşümüydü. Şimdi…


İşte şimdi ateşler içindeydi. Bir erkek ona aşkını itiraf etti. Gözleri, onun gözlerinin karşısındaydı. Belki de tam tersiydi durum; onun gözleri kendi gözlerinin karşısındaydı. Çünkü kendisini bir çift gözün karşısına dikilecek cesaretten yoksun bulurdu. Muhakkak oydu karşısına geçen.
Kömür karası gözler... Aşk... İlan… Mutluluk…


- Dayan Mine. Gelecek geçmişe karışacak dayan.


Gözlerini kapatıp içinden ona kadar saymaya durdu. On olmadan açtı.


O an…


Hatırlamıyordu. Nasıl oluyordu bilmiyordu ama hayatında ilk defa bir şeyleri hatırlamıyordu ve bu tam da şu an gerçekleşiyordu. Karşısındaki çocuk yabancı değildi ama ismini hatırlamıyordu. Elinde tuttuğu bardaktan çayın sıcaklığını hissediyordu ama tadını hatırlamıyordu. Oturduğu masanın hemen sağında göğe yükselen ağaç tanıdıktı ama türünü hatırlamıyordu. Denizin çarşaflığında kendilerini serbest bırakan kuşların martı olduğunu biliyordu ama seslerini hatırlamıyordu.

 
- Çok şükür diyebildim. Artık içte olan dışta. Rahatladım.


Karşısındaki kömür karası gözler parlıyordu. Korktu. Ne yapacağını bilemedi. Avuçları terliyordu.


Gelecek geçmişe karışacak dayan…
Gelecek geçmişe…
Gelecek geç…
Gelecek…
Gel…


- Mine Hanım?


Bir ip koptu içinden.
Mutluluk bunca önündeyken ne olursa olsun. Her daim onu kaybedecek değildi ya. Bir noktada bu devir kapanacaktı. Hem mutluluğa erişiyordu ki onu kaybediyordu. Ya ona hiç erişemeyenler ne yapsındı? Kendini bu düşüncesi için tebrik etti.
Gülümsemiş olmalı ki Mesut sevecenlikle konuştu;


- Bu evet demek mi?


Gülümsedi ve bu sefer bilinçliydi.

8 Ocak 2022 Cumartesi
Erhan Burtul

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mücadelenin Dönüşen Hikayesi : "Şahit ama Gaip"

Dünün Güncesi

Sarkaç