Evlat Babanın Sırrıdır

 

Babam cömert bir adamdı. Helalinden kazanır, kazancına bir kuruş dahi olsun haram bulaştırmazdı. "Karnını haram lokmayla dolduran Allah'a karşı âsi olur, yanlış yolda helak olur" derdi. Dost düşman diye tefrik etmez, herkese lütufta bulunurdu. Hiç unutmam bir mübarek Ramazan günü, zekâtını ayırdığı bir sırada, ondan haz etmeyen, kendisine aşikârane düşmanlık eden bir zâta da bir çuval buğday kaldırmıştı. Annem, "Bey, filan adama verme sana düşmanlık yapıyor, oturduğu her mecliste seni çekiştiriyor" deyince, babam, "O hâlde onun hakkı iki çuval buğdaydır" deyip onun buğday çuvalını iki etmişti. "Gerçek er odur ki kendisine düşmanlık edene karşı o iyilikte buluna" derdi hep...

Bir defasında da kıtlık vuku bulmuştu. Memleket açlıktan kırılıyordu. Bizim ambar ise ağzına kadar doluydu. Babam anneme, "Kapımıza gelen olursa asla geri çevirme, ambardaki erzağı biter diye korkmadan, saymadan ver hanım" dedi. Annem başta karşı çıktı, "Ya biterse biz n'aparız, ne ederiz bey?" diye serzenişte bulundu. Annem haklıydı, kıtlık yeni başlamıştı çünkü, ne kadar süreceği de belli değildi. Haklı olarak erzağın bitmesinden endişeleniyordu. Babam onu teselli etti, "Bollukta herkes verir, mühim olan bugün vermektir” dedi. Annem gelene verdi bu yüzden, isteyeni boş çevirmedi. Kıtlık boyunca babam gene mutad olduğu üzere misafirsiz akşam yemeği yemedi. Aylar sonra kıtlık nihayete erdiğinde erzak sayımı yapmak için annemle beraber ambara girdiğimizde ambarı ilk günkü gibi tıka basa dolu gördük. Allah Teâlâ babamın malından zerre azaltmamıştı, hatta artmış gibi duruyordu. Annemle hayretler içerisinde kalmıştık. Malın eksilmesinin dağıtmakla ilgisi yokmuş, o gün anlamıştım.

İşte ben böyle bir adamın oğluyum. Babama layık olmayı çok isterdim. El'an bir çadırdayım. Arkadaşlarla beraber yol yapım çalışmalarında faaliyet gösteriyoruz. Ailemin rızkını buradan kazanıyorum, zinhar haram bir lokma geçirmedim boğazlarından, geçinip gidiyoruz hamdolsun.

Bugün işte yemek hazırlama sırası bende. Suyumuzu tedarik ettiğimiz bidonların içinde su kalmamış, kuyu ise buradan çok uzakta. Namaz vakti de çıkmak üzere. Bir maşrapalık suyum var yalnızca. Bu suyla ya namaz kılacağım yahut yemek yapacağım. İkisine birlikte yetmez. Su doldurmaya da gidemem, ben dönene kadar arkadaşlarım benden evvel dönmüş olur. Ne yapacağımı bilmiyorum. Bedbin bir hâldeyim. Öylece maşrapaya bakıp düşünüyorum.

Yaklaşan bir araç sesi geliyor.. Bu bir su tankeri! Ne kadar da şad oldum şimdi, Elhamdülillah ne kadar şükretsem az. Üstelik bana doğru geliyor...

-Ağabey, selamünaleyküm!

-Ve aleyna aleykümselam!

-Ağabey buradan geçiyordum da belki su lazım olur diye sizin çadıra uğrayayım dedim. Bidonlarını doldurmamı ister misin ağabey?

-Kardeşim seni Allah gönderdi, elbette isterim, hemen dolduralım.

Bütün suları doldurdum. Namazımı da eda ettim, yemeği de ateşin üstüne koydum hamdolsun. Tanker geldiği yoldan geri döndü. Tankerin gittiği istikamette arkadaşlarım çalışıyor. Onlar da tankeri görüp sevinmişlerdir şimdi. Hah geldiler işte, yemek de hazır.

-Oo maşallah tüm bu bidonları hangi ara kuyudan doldurdun?

-Kuyudan doldurmadım, su tankeri geldi, o doldurdu. Hem siz tankeri görmediniz mi? Giderken sizin yoldan geçti.

-Yo, biz tanker falan görmedik. Hem bugün bütün gün bir tek araba dahi geçmedi yoldan.

-Ama nasıl olur? Tanker geldi, şöforle de konuştum.

-Vallahi öyle bir şey ne geçti ne de biz gördük.

Daha fazla konuşamadım. Anlayacağımı anladım. O tanker... Ey Allah'ım, bana ne büyük bir lütufta bulundun... Ey güzel Allah'ım, sana kul olmak ne büyük bir devlet, seni sevmek ne güzel bir nimet...


Ayşegül İlyasoğlu

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Mücadelenin Dönüşen Hikayesi : "Şahit ama Gaip"

Dünün Güncesi

Sarkaç